VISA’dan Yaratıcı Ekonomi Masalı: Influencer’lar, Bankalar ve Görünmez Türkiye

Visa’nın hazırlattığı yaratıcı ekonomi raporu, ilk bakışta parıltılı bir gelecek hikâyesi anlatıyor. Dünyada 200 milyon civarında içerik üreticisinden, 2027’de 500 milyar dolarlık bir pazardan söz ediliyor. “Creator” kavramı, neredeyse yeni bir ekonomik sınıf gibi sunuluyor: Kendi işinin patronu, özgür, esnek, dijital, girişimci. Ancak raporun detaylarına biraz yakından bakınca, bu hikâyenin büyük ölçüde finans sektörü ve platformlar için kurgulanmış, fazlasıyla steril bir tablo olduğunu görmek zor değil.

Seçilen ülkelere baktığımızda tablo daha da netleşiyor: ABD, Brezilya, Avustralya, Birleşik Krallık ve Birleşik Arap Emirlikleri. Yani Batı ağırlıklı, satın alma gücü yüksek, bankacılık ve kart ürünlerinin zaten derinlemesine yerleştiği pazarlar. Türkiye yok, Doğu Avrupa yok, Afrika yok, Güney Asya neredeyse yok. Buna rağmen metin kendini “küresel yaratıcı ekonomi fotoğrafı” gibi sunuyor. Bu seçimin tesadüf olmadığı açık. Rapor, dünyayı anlamaktan çok, kart ve fintech ürünlerinin rahatça satılabileceği, görece regüle ve ölçülebilir pazarlardaki “creator”ları tanımlamaya odaklanıyor.

Bu çerçevede Türkiye’nin yokluğu kritik. Burada milyonlarca genç YouTube’da, TikTok’ta, Instagram’da içerik üretiyor. Bir kısmı gerçekten gazetecilik, belgesel, eğitim, yorum yapıyor; büyük bir kısmı da tamamen eğlence amaçlı, çoğu zaman da oldukça boş içerikler üretiyor. Yine de bu kitle, ekonomik ölçekte ciddi bir emek ve zaman harcıyor, platformlar için veri ve reklam değeri yaratıyor. Buna rağmen küresel raporlarda yok sayılıyor. Bu, kaba bir şekilde “bunlar gerçek içerik üreticisi değil” demenin daha kurumsal, daha kibar hali gibi okunabilir. Aslında sorun sadece influencer’ların niteliğiyle değil; Türkiye’deki yaratıcıların büyük ölçüde kayıt dışı, düzensiz ve ölçülemez bir gelir yapısına sıkışmış olmasıyla ilgili. Banka ve kart şirketlerinin görmek istediği profil, vergi ve hukuk açısından tanımlı, kartlaştırılabilir, segmentlenebilir müşteri. Türkiye’deki yaratıcı ekosistem henüz o kutuya girmiyor.

Raporda içerik üreticilerine “kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?” diye sorulduğunda önemli bir kısmı kendisini “küçük işletme sahibi” olarak görüyor. Kâğıt üzerinde bu, kulağa çok çekici geliyor. Artık influencer değil, “small business owner”. Ancak yanına konan finansal pratikler bu özgüveni komikleştiriyor. Gelirlerin çoğu hâlâ kişisel banka hesapları üzerinden yönetiliyor. İnsanlar işlerini kişisel kredi kartı ve kişisel birikimleriyle finanse ediyor. Vergi, hukuki uyum, sözleşme pazarlığı, uzun vadeli finansal planlama gibi konularda özgüven diplerde. Yani “ben kendimi işletme sahibi hissediyorum” cümlesi, ekonomik gerçeklikten çok, kişisel motivasyon dünyasında anlamlı. İçerik tarafında kendini marka gibi gören ama iş tarafında hâlâ “harçlığını yönetir gibi” iş yöneten bir kitle var karşımızda.

İşin yaratıcı yönünde ise gerçekten profesyonel bir tablo çiziliyor. İçerik stratejisi, hikâye kurgusu, sosyal medya yönetimi, topluluk büyütme gibi başlıklarda bu insanların güçlü olduğu açık. Ne anlatacaklarını, hangi formatta anlatacaklarını, hangi platformda nasıl büyüyeceklerini biliyorlar. Zaten platform ekonomisinin de tam olarak istediği bu: Kreatif üretim kabiliyeti yüksek, algoritmayla yaşamaya alışkın, sürekli içerik üreten bir iş gücü havuzu. Ama aynı insanlar ekonominin temel meselelerinde –iş planı, vergi, hukuk, uzun vadeli güvence– ya bilgisiz ya da yalnız. Tasarım gereği “kırılgan ve bağımlı” bir sınıf ortaya çıkıyor. Sorun, tek tek influencer’ların zekâ düzeyi ya da ciddiyeti değil; onları bu kadar savunmasız ve bağımlı kılan sistemin yapısı.

Gelir kaynaklarına baktığımızda da bunun izlerini görmek mümkün. En yaygın gelir kalemleri marka işbirlikleri, affiliate pazarlama, platform içi reklam ve fonlar, belli ölçüde de kendi hizmetini veya işini tanıtmak. Kâğıt üzerinde bu, “kendi işinin sahibi bağımsız yaratıcı” görüntüsü veriyor. Gerçekte ise tablo şöyle: Platform algoritmasına bağımlı, markaların reklam bütçesine bağımlı, ekonomideki ilk dalgalanmada kesilecek pazarlama kalemlerine bağımlı, hukuki ve finansal açıdan çoğu zaman hiçbir güvencesi olmayan bir kitle. Bu kadar çok bağımlılık ilişkisi varken, buna “özgürlük” demek fazlasıyla cömert bir yorum.

Raporda en çok altı çizilen sorunlardan biri, paraya ne kadar hızlı erişebildikleri. Ödemeler geciktiğinde önce zihinsel stres, ardından içerik üretiminde aksama ve en sonunda faturaların ödenememesi gibi çok pratik krizler ortaya çıkıyor. İşte bu noktada raporun asıl amacı netleşiyor: Yaratıcıların “acısını” tarif ettikten sonra sahneye Visa ve benzeri oyuncular çıkıyor; çözüm olarak daha hızlı nakit erişimi sağlayan kartlar, esnek ödeme ürünleri, mikro kredi ve benzeri finansal araçlar öneriliyor. Yani rapor, bir yandan yaratıcıların kırılganlığını sergilerken, diğer yandan bu kırılganlık üzerinden yeni bir kart ve ürün segmenti pazarlıyor. Sorun sadece “yaratıcılar zor durumda” değil; “yaratıcılar zor durumda ve bu durumdan para kazanılabilir”.

Bu çerçevede Türkiye’ye dönüp baktığımızda tablo daha da karanlık. Buradaki içerik üreticileri hem global raporların dışında, hem de yerel ekonominin gri alanlarında sıkışmış durumda. Vergi tarafı net değil, hukuk desteği yok, bankacılık ürünleri bu kitle için özel olarak tasarlanmamış, regülasyonlar da çoğunlukla gecikmeli ve cezalandırıcı. Sonuçta ortaya çıkan şey, görünmez ama yoğun çalışan bir emek sınıfı: Zamanını ve enerjisini platformlara akıtan, ciddi veri ve reklam değeri üreten ama resmi istatistiklerde ve strateji belgelerinde pek adı geçmeyen bir kitle.

Visa’nın raporu, yaratıcı ekonomiyi parıltılı bir sektör olarak satıyor; büyüklüğü, potansiyeli ve geleceğe dair iyimser beklentileri öne çıkarıyor. Ancak bu pırıltının arkasında, platformlara ve finans şirketlerine bağımlı, hukuken ve ekonomik olarak savunmasız, büyük ölçüde yalnız bırakılmış bir iş gücü var. Türkiye’nin bu anlatının dışında kalması, sadece “bizim verimiz yok” meselesi değil; bu alanı hâlâ ciddiye almayan, kayıt dışılık ve kırılganlığı neredeyse “normal” sayan yerel yaklaşımın sonucu.

Sonuçta ortada iki seviyeli bir masal görüyoruz. Üstte anlatılan hikâye: Yaratıcı ekonomi büyüyor, herkes girişimci, herkes patron. Altta işleyen gerçeklik ise şöyle: Platformlar içerik, bankalar borç ve kart, markalar da ucuz reklam için bu kitleye bakıyor; yaratıcıların büyük kısmı ise esnek, güvencesiz ve ölçülemeyen bir çalışma rejimine sıkışmış durumda. Türkiye bu hikâyenin hem içinde, çünkü her gün içerik üretiyoruz; hem de dışında, çünkü bu emeği ne doğru dürüst ölçüyor, ne tanıyor, ne de koruyoruz. Makul soru şu: Bu tabloyu sadece Visa’nın raporuyla tartışıp geçecek miyiz, yoksa bu alanı kendi ülkemizde gerçekten “ekonomi” olarak kurmanın yollarını mı konuşacağız?