“L’enfer, c’est les autres” (Cehennem, başkalarıdır), Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluk felsefesinden yankılanan bu güçlü cümle, günümüz sosyal medya çağında insan ilişkilerinin karmaşıklığını anlamak için eşsiz bir kavram sunuyor. Sartre’ın bu ifadesi, 1944’te yazdığı Huis Clos oyununda fiziksel bir odada mahkûm edilen karakterlerin birbirlerine olan bağımlılığını ve çatışmasını anlatırken ortaya çıkmıştı. Bugün ise bu “oda,” Instagram, Twitter, TikTok ya da Facebook gibi platformların dijital sınırlarıyla yeniden tanımlanıyor. Sosyal medya, bireylerin kendilerini sergilediği, başkalarının bakışlarıyla şekillendiği ve aynı zamanda bu bakışlardan kaçamadığı bir sahne haline geldi. Sartre’ın cehennemi, modern insanın ekranlara zincirlenmiş varoluşunda adeta yeniden vücut buluyor.
Sosyal medyanın sunduğu dünya, bireyin kimliğini sürekli bir onay arayışına sürüklüyor. Bir paylaşımın aldığı beğeni sayısı, bir hikayeye gelen izlenme oranı ya da bir tweet’in retweet edilip edilmemesi, kişinin kendini değerli ya da değersiz hissetmesinin ölçüsü oluyor. Sartre’ın felsefesine göre, insan kendi anlamını kendi eylemleriyle yaratır; ancak bu özgürlük, başkalarının varlığıyla gölgelenir. Sosyal medyada bu gölge, daha da keskinleşiyor: Bir takipçinin sert bir yorumu, bir arkadaşın sessiz kalması ya da bir yabancı tarafından gelen tepkisizlik bile bireyin iç dünyasında bir fırtına yaratabiliyor. Bu, Sartre’ın “başkalarının gözünde var olma” fikrinin dijital bir yansıması. İnsanlar, beğenilme ya da onaylanma arzusuyla kendi özgünlüklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Üstelik sosyal medya, Sartre’ın oyunundaki gibi bir kaçışa izin vermiyor. Fiziksel dünyada yalnız olsanız bile, telefonunuzun ekranı sizi sürekli başkalarına bağlıyor. Bildirim sesleri, mention’lar, etiketlemeler, DM’ler ya da bir grup sohbetindeki hareketlilik, bireyi bu dijital odadan çıkamaz hale getiriyor. Sartre’ın cehennemi, karakterlerin birbirlerinden kurtulamamasıydı. Bugünün cehennemi ise, bireyin “çevrimdışı” olmaya cesaret edememesi. Bir genç düşünün, bir şeyi kaçırma korkusu yüzünden sürekli ekran başında kalıyor. Bir influencer, takipçi kaybetme korkusuyla gece gündüz içerik üretiyor. Bu bağımlılık, Sartre’ın özgürlük anlayışını tehdit ediyor: İnsan, kendi seçimlerinden çok, başkalarının beklentilerine göre yaşamaya başlıyor.
Yine de sosyal medyanın bu “cehennemi,” tamamen karanlık bir tablo çizmiyor. Sartre’ın özgürlük fikrine paralel olarak, bu platformlar bireye kendini ifade etme, hikâyesini anlatma ve yaratıcılığını ortaya koyma fırsatı sunuyor. Bir sanatçı çizimlerini milyonlarla paylaşabiliyor, bir aktivist sesini duyurabiliyor, bir birey ise günlük yaşamından kesitlerle kendini yeniden inşa edebiliyor. Ancak bu özgürlük, bir paradoks içeriyor: İfade, başkalarının beğenisine sunulduğu anda bir sınav haline geliyor. Paylaşılan bir fotoğrafın altına gelen “Çok güzel!” yorumu insanı mutlu ederken, “Bu ne biçim poz?” sorusu ise bir anda özgüveni yerle bir edebiliyor. Sartre’ın işaret ettiği gibi, başkaları olmadan kim olduğumuzu bilemeyiz; ama onların varlığı, bizi hem tamamlıyor hem de yaralıyor.
Bir başka açıdan, sosyal medya ilişkileri, Sartre’ın “yargılanma” temasını da derinleştiriyor. İnsanlar, profillerinde sergiledikleri “mükemmel” hayatlarla bir maske takıyor. Tatil fotoğrafları, şık kıyafetler ya da mutlu anlar, bir tür sahne performansı gibi. Ancak bu performans, diğerlerinin kıskançlık, eleştiri ya da karşılaştırma dolu bakışlarıyla karşılaştığında, birey kendini bir kez daha o “cehennemin” içinde buluyor. Örneğin, birinin lüks bir restorandan paylaştığı fotoğraf, başka birinde “Ben neden böyle bir hayat yaşayamıyorum?” hissini uyandırıyor. Bu karşılaştırma döngüsü, Sartre’ın insan ilişkilerindeki gerilimi modern bir bağlamda yeniden üretiyor.
Sonuç olarak, “L’enfer, c’est les autres,” sosyal medya çağında bize şunu fısıldıyor: Başkaları olmadan var olamıyoruz, çünkü kimliğimiz onların aynasında şekilleniyor. Ancak bu ayna, aynı zamanda bizi yansıtırken çarpıtıyor, yargılıyor ve kısıtlıyor. Sartre’ın cehennemi, dijital dünyada daha görünür, daha yoğun ve daha kaçınılmaz hale geldi. Özgürlüğümüzü yaşamak için bu “başkalarıyla” yüzleşmek zorundayız; ama bu yüzleşme, modern insanın hem en büyük gücü hem de en derin çaresizliği olarak kalmaya devam ediyor.