Geçtigimiz haftaya kadar Apple’in urun lansmanını televizyonlardan takip eden bir insandım. “Şu kadar saat öncesinden toplandılar” başlığıyla beraber bir gurup manyağı seyredip “ne salaklar ha” diye gülüyordum. Olaıin arka planının aslında çok daha acı olduğunu bir arkadaşımın Londra’ya sırf yeni iPhone’u almak için gelmesi ve benim onu yalnız bırakmamak için o grubun içine girmemle fark ettim. Apple insanlarıyla kocaman bir gece geçirdim. Önümdeki arkamdaki insanları inceledim, Kendi Galaxy S4’ümle fotoğraflar çekip internet üzerinden paylaştım. Bazı arkadaşlarım benimle dalga geçti, diğerleri ciddi ciddi destek oldular sanki çok iyi bir şey yapıyormuşum gibi, bir kısım insan da cepten benimle ürün polemiğine girmeye başladı: Yok o ürün aslında o kadar iyi değil de öbürü daha iyi de bilmem ne… Bakın akşam başıma neler geldi. Dilim döndüğü kadar size anlatırsam belki sizin kafanızda biraz daha canlanabilir.
Bir gün önceden arkadaşım dedi ki: ben gece 3 gibi gitmeyi planlıyorum Regent Street’deki dükkana. Onu yalnız bırakmak istememekle beraber ilk aklıma gelen şey oranın ne kadar büyük olduğu ve sağdan soldan geçen insanlar karşısında duyacağım utanç oldu. Karşı bir fikir geliştirerek dedim ki, Covent Garden’a gidelim. O anda aklımdaki şey Covent Garden’ın nispeten trafiğe kapalı bir alan olduğuydu. Farıindaysanız gece saat 3’te gideceğimizi ilk aşamada aklıma getirmedim bile. Arkadaşımı saat 4’te gitmeye ikna ettim ve kaldığım yere dönüp gecenin körü saatine bir taksi cağırdım.
İki saatlik uykunun ardından taksi geldi ve bindim. Olay yerine yaklaştığımızda ilk şoku şoför ile yaşadik. Covent Garden’a daha girmeden (eski bir pazar alanı, ara sokaklarla çıkılıyor, üstü açık bir AVM olarak düşünebilirsiniz) sıra ile karşılaştık. Şoför “Ne kadar çok evsiz var?!” diye tepkisini ortaya koydu. Ben de gülümseyerek parayı uzattım. Suskunluğumdan şüphelenmis olacak ki “ne oluyor burada?” diye sordu. “Yeni telefon çıkıyor” dedim. Gülmekten bir süre paranın üstünü veremedi. İlk defa o anda beni yargılayan bir tavır ile karşılaştım. “Sen de bu sıraya mi gireceksin?” dedi. “Ben bir arkadaş için geldim” cümlemi bitiremeden bir kahkaha daha patlattı insafsız. Uykusuzdum, paranın üstünü saymadan arabadan çıktım.
Sıraya arkadaşımla girdik ve gecenin o en soğuk saatinde beklemeye başladık. O sırada etrafımdaki insanların nasıl insanlar olduğunu incelemeye başladım. Önümüzde şişkoca bir İngiliz kızı demir sandalyesini getirmiş, oturmuş Neil Gaiman okuyordu. Hemen arkamıza sarhoş bir çift geldi. Uykulu olmama rağmen benimle konuşmak istediler. Detaya girdiler, genç adam geçen sene de bu kuyruğa girmiş. “Sizce ne kadar bekleriz?” diye sordu. “8’de dükkan açılıyor, herhalde 9’da gireriz” dedim. Bir kahkaha da bu velet patlattı. “Öğlen 1’de işin bitmiş olursa dua et” dedi. Saate baktim, 4:15 idi.
Önümüzdeki kızın hemen önünde bir güruh vardı. 5-6 kişi bavullarıyla gelmişlerdi. Sandalyeler, hoparlörler, sevişenler vardı grubun içinde. Valizin içi, tamamen içki doluydu. Fark ettim ki valiz grubun içindeki Aleksey isimli bir Rus’a aitti. Rusun ayrıca bir “tomar” parası vardı, ara ara çıkartıp sayıyordu. Etrafa hava atıyor gibiydi ama emin de olamadım. Bir noktada ot içmeye başladılar. Arkamızdaki sıra binanın köşesini dönmüştü. O ana kadar önümüzde ne kadar insan olduğunu düşünmemiştim açıkcası. Sıranın önü ve arkası görüş alanımdan çıkınca içime merak zerk oldu. Gidip bakmak istedim ama göreceğim manzaraya hazır olmadığım kanaatine vardım. Artık sıradaydık ve geri dönüşü yoktu. Önümdeki şişko zenci çocuğun fosforlu yeşile boyadığı saçlarına odaklandım. Saat neredeyse 6’ydı.
Etrafimdaki insanların gidip gidip McDonalds’tan bir şeyler aldığını farkettim. Dostum Google’u açıp etrafımdaki Mcdonalds’lara baktım, bir tanesini gözüme kestirip kahvaltı almaya gittim. Bir Cuma sabahı Londra oldukca sakin oluyormuş bunu farkettim. Sıramız, şehrin atan kalbiymiş adeta. Hemen yan sokakta yerde yatan bir evsiz gördüm. Zihnim durumun ironisine ben kahvaltı alıp geri dönerken uyandı. Gülerek geri döndüm, arkadaşıma neden gülümsediğimi söylemedim, kendini kötü hissetmesin diye. Sabah 7’ye doğru artık yorulup diğer insanların bıraktığı karton kutulara oturmaya başladım. Artık tam anlamıyla gruba karışmıştım.
Sabah 7:30 gibi Apple dükkanında çalışan mavi t-shirtlü arkadaşlar ve onların siyah t-shirtlü göbekli yönetici olduğunu tahmin ettiğim insanlar gelip bizi saymaya başladı. Artık bir toplama kampındaydım…
Bir tane mavili yaklaşıp dedi ki şampanya rengi telefon yok, bunun için bekliyorsanız beklemeyin. Sırada bir tek tomarla parası olan Rus üzüldü bu duruma. Ama çabuk atlattı ve bu bilgi onun şevkini kırmadı. Sohbete ve içmeye devam etti. Mavililer ara ara gelip hipster modeli saçlarıyla bizimle muhabbet etmeye çalıştı: Hangi modeli istiyorsunuz, ne kadar ilginç, şu anda hangi telefonu kullanıyorsunuz, aaa harikaymış, sizleri çok takdir ediyoruz vs. vs. O kadar ucuz ve sahte bir pazarlamaydı ki bu, midem bulandı. McDonalds’ın sosisli ve yumurtalı muffin’inin etkisi de olabilir tabi.
Sıra ilerlemeye başladı, köşeye ulaşmak üzereydik artık. Oturmak mümkün değildi. Saat sekize geliyordu. “Ne kadar hızlı ilerliyor” diye düşündük sesli olarak. Sonra köşeyi döndük… Önümüzde yaklaşık 2 bin kişi vardı. Arkamızda ise yaklaşık 300-400. Sonra insanları nasıl sıraya dizdiklerini fark ettim. Apple markasından ilk nefret etme anım bu sıralara denk geliyor. Hiç mecaz yapmıyorum: Çeşitli çitlerle çevrili ağıllara insanlar 200’er 200’er alınıyordu ve sıra ilerledikçe bir sonraki ağıla ilerliyorduk. O anda aklima Cem Yilmaz ve cennet şakası geldi. Ağılımızın sol tarafında bir grup hintli götüm götüm ilerliyor ve birbirlerine, bize çok çaktırmadan, kaş göz işareti yapıyorlardı. Bu adamlardan bir tanesi yaşlıydı ve saçını kına ile boyamıştı. Allahım ben neredeydim?
(Cevap: Dünyanın en çok beklenen cep telefonunu ilk alacak olan kişilerle beraber kuyrukta)
Saat 8:30 olduğunda Covent Garden’da çalışanlar gelmeye başladı. İşe gidenler, dükkan sahipleri, geçerken gülüyor, kafasını sallıyor, bizi aşağılıyordu. Çöp kamyonunun şoförü bizi filme alınca iyice bunalıma girdim. Girdim, çünkü şoför bizi filme kendi iPhone’uyla alıyordu.
Saat 9:30 gibi mavili bebeklerimden bir tanesi gelip bize 16 GB 5s kalmadı dedi. Kalan 32 ve 64 GB’larda da renkler kısıtlıydı. 5 saati aşkın yatırım yüzünden insanları bu pek etkilemedi. 32 de alırız 64 de sıkıntI yok dedi Aleksey. Bunun nasıl bir pazarlama taktiği olduğunu kimse anlamıyordu, ya da anlamak istemiyordu.
10 gibi bir güncelleme paketi daha geldi, “Sadece 64GB’lik modelimiz kaldı”. O anda önümüzde hala yaklaşık 1.000 kişi vardı. İçimizden bir tane adam kalkıp dedi ki “sizce bize kalır mi bekleyelim mi?” Televizyon kameralarının hala orada olduğunu düşünmüş olmalı ki adam “Ben olsam beklerdim” dedi. Ve beklemeye devam ettik. Ta ki… 15 dakika sonra başka bir adam gelip “Evet arkadaşlar 5s bitti, ancak 5c alabilirsiniz” diyene kadar. 6 saattir orada 5s almak için bekleyen yaklaşık 1500 kişi, ucuz plastik, kötü renkli 5c almak zorunda bırakılmıştı. Açık konuşmam gerekirse o anda bir grup kişi sırayı terk etti, bu ne rezillik diye. Birkaç kişi Apple yetkililerine “Saatlerdir burada bekliyoruz, insan stoklarınızın yetmeyebileceğini söylemez mi?” dedi. Mavi mavi masmavi “Kusura bakmayın” dedi. Ama ses tonu “HEAGMUA” der gibiydi. Artık sinirlerim bozulmuştu. Arkadaşıma döndüm, dedi ki “Buraya kadar geldik, 5c falan bir şekilde bir şeyler almam gerekiyor…” Beklemeye devam ettik.
Saat 11 gibi sıranın sonundaydık artık, dükkan görünüyordu. Kapısının önündeki yaratıkları ilk o zaman gördüm. Bu mavililerden 5-6 kisi toplanmış, 5 erli gruplar halinde içeri girenlere “Woooo!!! YAŞASIN BRAVOOO HEYY!!!!” diyip alkış tutuyorlardı. Hayatımda çok az insanı bu kadar dövmek istedim. Her şey iğrenç değildi tabii ki. Son ağıla kadar sağ kalan bizlere çok iyi insanlar oldukları için su dağıtıldı. Bunu kafamda 5s’in üzerine bir bardak su için, olarak yorumladım. Tam sinirlenecektim ki önümdeki Hintli amca dedi ki “Gece saat ikiden beri ilk defa boğazımdan bir şey geçti..” “LAN? Gören de bedava dağıtıyorlar da sırada o yüzden bekliyorsun zanneder” diye düşünecek oldum ama yanılıyordum. Ön tarafımızda kızlı erkekli 10 kişilik bir Polonyalı grup, 5s’in bitmesiyle beraber sıradan çıkıp onlara verilen parayı mayfa lideri kılıklı bir şişko beye verip olay yerinden ayrıldılar. Sıranın sonuna yaklaşırken dönen ekonomiyi biraz daha iyi anlamaya başladığım an bu sıralara denk geliyor. Sıraya erken girip 5s kuponunu alıp bir başkasına satmaya çalışan iki genci polis, bu sırada araya girip kenara çekti ve GBT’sine baktı.
Alkışlarla beraber işin bu yanını geride bırakıp içeri girdik. Hayatımda daha önce üç kere Apple Store’a girdim. Biraz aşinayım. Üzerine yazılmış birkaç tane makale de okudum, yüksek tavanlar, temiz arayüz, büyük masaların üzerinde duran son teknoloji cihazlar ortama hava katıyordu. Ta ki biz dönüp “neden kimse bize bakmıyor nasıl alacağız” diyene kadar. Birisine gidip sorduk ve bize “üst kata çıkıp sıraya girmeniz gerekiyor” dendi. Yil 1993’tü ve biz sular idaresindeydik. Üst kata damga için çıkıp sıraya girdik. Ben artık bu sırada küfür ediyordum, arkadaşım da gerginliğimi anlamış olacak ki ortamı yumuşatmaya çalışıyordu.
Hiçbir şekilde telefonun detaylarına, fiyatına girmeyeceğim, bu yazı bununla alakalı değil. Ama şunu demeden geçemeyeceğim ki, bir noktada sırada arkamızda olan adam, yaklaşık 20 dakika boyunca 5s ve 5c arasındaki farkları anlattı. Bazı teknik detaylara hakim değildi (!) bu yüzden cep telefonunu çıkartıp internetten kontrol etti ve bilgi vermeye devam etti. Kendisi Apple’ın mormonuydu.
Dükkanın içindeki Apple çalışanları dışarıdakilerden daha da asap bozucuydu. Satış yaptıktan sonra birbirlerine çaıip vuuu!!! deyip seviniyorlardı. Sürekli olarak “ne kadar güzel bir gün, evet biraz yoğun” gibi cümleler kuruluyordu. Sadece arkamdakı amca bir mormon degildi, bu resmen bir tarikattı. Herkesin kafası güzel gibiydi. Kurumsal kimlik için bunların yapılmış olmasını anlayabiliyorum ama içimden birkaç kere “SİZ KİMSİNİZ OLM KENDİNİZE GELİN” demek geldi.
Neyse, Turkiye’de bir ay rahatlıkla geçinilebilecek bir parayı sifon rengi ve takunya plastiği kalitesinde bir cihaza verip dükkandan ayrıldık. Tarikatımız bize parmak iziyle girilen bir cennet vadetmişti, biz ise geçtiğimiz yılın telefonunun dandik bir sürümünü elde etmiştik.
Özetle hayatım boyunca unutmayacağım bir gece oldu. Gelecek yıl iPhone 6 kuyruğunu televizyonda gördüğümde aklıma Aleksey mi, Hintliler mi yoksa fosforlu afro saç mı gelecek diye merak etmeden edemiyorum.
Bu yazı, TKNLJ’nin doğal ve daimi yazarı, şu anda İskoçya’da oturan Serkan Ayan tarafından, bizzat yaşanarak yazılmıştır.